Kayıtlar

tutarsızlık hakkı, yurttan haberler ve yoğurt

son yazımda bu sıralar kendimi konuşarak değil de yazarak ifade edeceğimi söylemişim ve 2 sene geçmiş. tam da benden beklenen bir tutarlılık söz konusu. kim neden benden ya da herhangi birinden bir tutarlılık bekler çok da anladığım işler değil. o yüzden birazdan anlamadığım bir şeyi neden anlamadığım üzerine bilincimi kusacağım her zamanki gibi (gerçek tutarlılık). her insanın kendiyle çelişmeye, çatışan düşüncelere sahip olmaya hakkı olmalı. ya da olmamalı ya vazgeçtim (see what i did there). hayat karar alarak geçiyor. yoğurdu az küçük alayım sonra bozuluyor, küçük aldım ama hayvan gibi yedim bitirdim bir dahaki sefere büyük alayım, yoğurdu büyük aldım yarısı boşa gitti bozuldu yine, bundan sonra hep küçük alayım, evde asla yopurt yapmam, acaba evde yoğurt yapsam mı, yoğurdu az küçük alayım sonra bozuluyor... kısır döngü içerisinde çelişen kararlar alıp duruyorum. kimsenin yoğurt konusunda bu kadar derin düşüncelere dalıp kararlar aldığını düşünmüyorum ama sizin de hayatınızda bir y

bilmenin ağırlığı, dayanmanın gereksizliği

selam. malum kundera kitabının adına gönderme yaptığım ikinci yazıma hoş geldiniz. keşke benim kadar ukala biri çıksa da "sen de iyi ki bir kitap okudun ha!" dese. ben de desem ki yok şunları şunları da okudum. nerede bende o şans.  hayatımın özellikle ikinci yarısını bilme, öğrenme çabası üzerine inşa ettim. doğru düzgün bir ilk gençlik (ya da son gençlik) yaşamadan hatta yaşamadan bilmeye çalıştım. bildikçe mutsuz oldum ama hep edindiğim tüm bilgilerin mutlu olmama bir şekilde yardımcı olacağına bir gün bunu anlayacağıma inandım ki bu inanç popüler batıl inançlarda astrolojiye denk düşecek kadar komplike ve saçmadır. zaten komplike olmasa saçma olmazdı.  bildikçe mutsuz olmama rağmen yılmadım. onu da bileyim, şunu da bileyim, bunu bilmezsem hatırı kalır, berikinin boynu bükük. bazen öğrendiğim şeyleri aylarca yıllarca kimseye söyleyemedim, içime atmak zorunda kaldım. bazı bildiklerimi saklamak için kendimi yıprattım. 10 senelik dev depresyon sonunda sadece bahar t

selam yine ben

başlığı yazarken selam yerine selma yazdım, kimse beni andı galiba. bu arada selam. aylar yıllar sonra yine ben geldim. blogu okuyan yok. blogspot okuyan da yok galiba. azalarak bittik hepimiz. bundan önceki son yazım mr karaoglan and how i learned to love the depression and beyond'dan sonra tekrar eski halime dönmekten korktuğum şu günlerde yine buradayım. anladık buradayım ama neden buradayım, nasıl buradayım? benim anlamadığım -spesifik- bir şey var sayın okumaz; neden en üzüntülü anlarımda, ya da böyle bir sürecin başında en çok kendimi sevmem gerektiği tavsiyesi aldığımı anlamıyorum. Niye en çok kendimi sevmem gerektiğini de anlamıyorum. tamam kendimi seveyim, bunu 10 senede anlayabildim -hızlı öğrenirim- ama niye en çok kendimi? bu en çok kısmı kafamı çok meşgul ediyor. bu kadar çok düşününce de diğer kısımları da sorgulayası geliyor insanın. l'esprit du scientifique diyor buna fransızlar. bizimkiler de çok düşünenin çocuğu olmaz der. kendimi bildim bileli ikisi arasın

güneş batarken -depresyonun- ardındaki tepelerin

geçen mayıs itibariyle başlayan süreç ile birlikte yaklaşık 10 sene, mektebe girişimden 2017 mayıs'a kadar,  süren depresyonumdan çıkmak üzereyim şu aralar. hatta belki de çıktım da şu an hissettiğim şey normal, mental olarak sağlıklı insanların hissettiği sıradan keyifsiz günlerden biri. bunu net olarak bilmiyorum zira o günlerden daha önce yaşamadım. mental ergenlik dönemim başlangıcı depresyonunkine denk düşüyor. nisan ayı dolaylarında dibi gördükten sonra, mayıs gibi -2 aylık bir interlüdü saymazsak- 10 seneden beri devamlı olarak içerisinde bulunduğum halet-i ruhiyenin baya baya tanılanabilir klinik depresyon olduğunu fark edince -zira bilirsiniz az buçuk kafam çalışır, 10 senede fark etmeyi başardım- bilinçsiz bir şekilde çıkış için ilk adımı atmış oldum/olmuşum. insanlara yeni yeni söylemeye başladığım gibi birkaç seans profesyonel yardım aldıktan sonra da son bir ay itibariyle hala arada sırada hüzünlü olsa da depresyon sonrası hayatımın içerisinde bulunmaktayım. bu uzun

hafıza denen şerefsiz

yıl 2003, mayıs ayının sonunda bir pazar günü. 4. sınıftayım ve sınıfça paşabahçe'ye pikniğe gideceğiz. okul bahçesinde; biz sıradayız, envai çeşit veli (anne, baba, babaanne, anneanne, hala, vb.) de kenarda bekliyor. ilkokul aşkım o senenin başında bize katılmış, benim gibi zeki, benim gibi derslerinde başarılı. o hafta da dersler sene sonu boşluğunda geçerken fırsat bu fırsat deyip ilan-ı aşk etmişim. sıra bir anlığına dağılıyor, annem bana "hangisi bakiim o kız?" diye soruyor, sevdiceğimi gösteriyorum ve cevap olarak "o ne oğlum kara kuru bir şey" cümlesini alıyorum.  yıl 2017, günlerden 14 haziran çarşamba. bitirme tezi sunumum var. sunumdan önce çay içerken "sorduklarında cevap veremeyeceğim bir soru yok, bu konuda ülkenin en bilgili insanlarından biriyim." diye tevazu şov yapıyorum. sunum başlıyor, bütün sene ingilizce çalıştığım konuyu grup arkadaşımın ricası üzerine kafamda simültane tercüme edip ana dilimde anlatmaya çalışırken -ve zorla

sivas akşamları

en son yazdığım/yayınladığım yazı o seneki boğaziçi öykü yarışmasına başvurduğum ama finale kalamayan öykümmüş. nasıl da hayal kırıklığına uğramıştım "yazdığım en iyi şey"in bir şey kazanamamasına. zaten yazdığım, üzerine uğraştığım en son öykü oldu bu. sonrasında yazmadım hem üşendiğimden hem de yazamadığımdan. yazmasam ölürdüm dedik, sözümüzde durduk. yavaş yavaş, parça parça öldük. parça parça ölme kısmı candan ablanın şarkısındaki gibi değil yalnız, gömenimiz yok. daha çok çatlak ilerlemesi gibi; üstel artan, sonu felakete giden cinsten. felaket demişken, selam. kiplerdeki garipliğe bakmamak lazım, bu blogda yazım kuralları sadece işe geldiği sürece uygulandı, çoğu zaman da saçmalandı bunda yazım kurallarının etkisi de vardı. şimdi de öyle yapıyorum. zaten konuşurken de öyle yapıyorum. tabi eğer konuşursam. uzun zaman sonra konuşunca da boğazım "barajlar boşaldı" haberlerinde yer alan görüntülerdeki toprak gibi çatlamadıysa. bilincimin akarken oluşturduğu tür

Hasır Şapka

Miyav. Miyav da sana. Bu insanlar bizimle böyle iletişim kurabileceklerini nereden çıkardılar hiç bilmiyorum. Miyav. Gelip okşamalar filan. Sevmiyorum arkadaşım belki tensel teması. Bu ne laubalilik gelip elin kedisi okşuyorsun? Bak geliyor yine bir tanesi sırıtarak.   Ama yaşlıymış bu. 15 olmuştur vakti gelmiş artık. Neyse hadi sev sen, zaten öleceksin yarın bir gün. Yiyecek bir şeyler de ver bari. Mezara mı götüreceksin? Allaaah, balık mı o? Sev amcacım sen sev. Her gün gel her gün sev. Ama şu şapkayı çıkar da gel Allah aşkına. Ben daha kendime kız aramaya başlamadım, bu havada giyilir mi o? -Sevdin mi balığı, doydu mu karnın? Dur, nasıldı o hareket? Yapayım da anlasın sevdiğimi. Gözleri sımsıkı kapat. Boynunu hafif ileri uzat. Hah sırıtıyor yine anlamış. Of boynum. Nereden çıkardılarsa bu hareketin “sevdim, yaptığın hoşuma gitti” demek olduğunu? Fıtık olacağım arkadaş. Şu insanlar da ne kadar çok şeyi zannediyorlar, bir şeyi de bilmeyin. Hah, n’oldu, gidiyor musun? Peki,